9.08.2007

Duasızlık

İsrailoğullarından biri Allah'a hitap ediyor:
-Yarabbi, ben ne günahlar işledim ve sen bana onların cezasını vermedin!
Allah onun peygamberine vahyediyor:
-Git ona de ki, ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil... Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım!

Hassas ve rakik gönüllerin neşe ve huzuru, Allah ile beraber olma şuurudur. Bu beraberlik hali gönülde dua hissiyatını doğururken, gözde yaş, dilde yakarış olarak tezahür eder. Bu itibarla kalbinde dua coşkusu, dilinde yalvarıp yakarma terennümü, gözünde gözyaşı bulunmayan bir kul elbette mahrum bir kuldur. Bu mahrumiyet de nice istiğfârı gerektirecek büyük bir ceza-yı ilâhîdir. Kullarına karşı merhamet ve sehaveti nihayetsiz olan Rabbimizden, bizleri duadan ve kendi rızası için dökülen gözyaşından mahrum bırakmamasını niyaz ederiz!

Azgınlığın temelinde kibir ve istiğnâ duygusu olduğu gibi kulluğun temelinde ve özünde de kendi acziyetini ve Hakk'a karşı fakrını (ihtiyaç halini) bilme şuuru vardır. "Her şey kendisine muhtaç ve kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan" anlamına gelen "es-Samed" isminin yegane sahibi Yüce Rabbimiz "Ey insanlar! Hepiniz Allah'a muhtaçsınız." buyurmak suretiyle insana işte bu acziyetini hatırlatır.

Fakr ve acziyetinin farkında olarak korku dalgalarından kurtulup, ümit sahiline ulaşma adına "tut beni elimden tut Allahım, tut ki edemem sensiz" şuuruyla bütün benliğini Hakk'a verenlerin sahil-i selâmete çıkacakları muhakkaktır. Böyleleri Hakk'ın icâbet tecellilerine mazhar olacaklarından kurb-i ilâhînin huzur nefeslerini gönüllerinde hissedecek ve böylece şeytanın, nefsin ve hatta yaratılan her şeyin şerrinden emîn bir şekilde Mevlâ'nın hıfzında korku ve hüzünden ârî bir ömür süreceklerdir.

Rabbimiz şöyle buyurur:
"Bana dua edin, size icâbet edeyim."
Yüce Allah, batıl tanrılardan bahsederken onların duaya icabet edemeyeceklerinden söz eder ve duaya icabet edemeyen bir varlığın ilah olmasının nasıl mümkün olabileceğini sorar. Buna mukâbil Zât-ı ulûhiyyetinin kullarına yakın ve dualarına icâbet ettiğini bildirir. Âlemlerin Rabbinin, kuluna şu iltifatı ne yüce bir lütuftur. Hakkın maiyyetine girme, O'nunla âdeta sohbet etme ve O'nu rahmet ve inayetiyle kendine şahdamarından daha yakın hissetme nimeti, beşer idrakini zevk-i manevî ile âdeta sarhoş edecek büyük bir ikrâm-ı ilâhîdir. Bu manevî ziyafetten mahrûmiyet ise gerçekten apaçık bir hüsrandır.

Kur'an-ı Kerim duanın nasıl yapılması gerektiğini şöyle beyan eder:
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez."(El-A'râf 7/55)
"(Âyetlerimize gerçekten inanan o kullar) korku ve ümit içinde Rablerine yalvarmak (dua etmek) üzere vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." ( Es-Secde 32/16)
"O daima diridir; O'ndan başka ilah yoktur. O halde dinde samimi kişiler olarak O'na dua edin." (El-Mü'min 40/65)

Kur'an-ı Kerim azgın dalgalar karşısında ölümle karşı karşıya kalan kimselerin ihlaslı bir şekilde duaya yöneldiklerini bildirir. (Yûnus 10/22; el-Ankebût 28/65; er-Rûm 30/33) Demek ki insan Allah'tan başka her çarenin tükendiğini gördüğü anda samimi bir şekilde O'na yönelip dua etmektedir. İşte dualar böyle bir acziyet içinde yapılırsa samimi bir dua olur.

Duanın gönülden yapılması esastır. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
"Kabul edileceğine inanarak Allah'a dua ediniz. Şunu bilin ki Allah, gafil bir kalble yapılan duayı kabul etmez."

Hz. Mevlânâ der ki:
"Her kimin kalbi illetten sâlim olursa, duası, Aziz ve Celil olan Allah'ın kurb-i kabûlüne kadar gider."

Şu âyet-i kerime de dilden dökülen güzel kelimeleri Hakk'ın huzuruna yükselten merdivenin salih ameller olduğunu beyan eder:
"O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da salih amel yükseltir."
Bu âyet fiilî dua ile kavlî duanın beraberliğinin gereğini de ifade etmektedir. Esasen büyük müfessir Elmalılı'nın da ifade ettiği gibi "Hak Teâlâ'nın nimet tecellileri her zaman maddi ve manevî sebeplerin sırr-ı ictimâındadır. Sebeb-i manevî olan dua, sebeb-i maddînin ilhâmına vesile olduğu gibi güzel maddî sebepler de manevî sebep olan dualara kapı aralamaktadır. Bu bakımdan sebeplerin olmaması kişiyi ümitsizliğe sevketmemesi gerektiği gibi sebeplerin ictimâı da Allah'ı unutturacak bir güvene götürmemelidir. Ne dua bırakılmalı ne de sebeplere tevessül terkedilmelidir. Allah Teâlâ'ya hulûs-i kalb ile duayı hiçbir zaman elden bırakmamalı ve aynı zamanda duanın en büyük semeresinin, inkişâfât-ı rûhiyye olduğunu bilmeli, Hak Teâlâ'nın ilhamlarından istifade ederek en umulmaz sebepleri dahi tatbik etmelidir. Düşünülürse tarik-ı fende bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan bir telkîn-i Hakk'ın eseridir."

Çoğu zaman ancak sıkıntı hallerinde ve son kapı olarak duaya başvururuz. Halbuki dua, sebeplerin tükendiği yerde sığınılacak ve kendisine başvurulacak son kapı değil, aksine sebeplerin yokluğunda, oluşmasında, devamında ve başarıya ulaşmasında sürekli gündemde olması gereken daimî bir kapıdır. Zira "Duâ kulluğun özüdür." (Tirmizi, Deavât, 1.)

Rabbimiz bizleri dua edememe illetinden korusun ve hepimizi "rızasına ve cemâline ermek dileğiyle korku ve ümitle gece gündüz kendisine dua edip yalvaran kullarından eylesin"!
Âmin.

Duasızlık: Farkedilmeyen Büyük Ceza
Kaynak:Fahreddin Yıldız

Hiç yorum yok: